Eğer Yeşilçam bir kitap olsaydı, ön sözü Sadri Alışık olurdu, diye geçirdim içimden.
Adını bilmediğim bir kanalda, adını bilmediğim bir filmi oynuyordu.
“Şu hayatın falanları filanları malum”, dedi.
Malum…
Sizce de naif bir rahatlık yok mu bu sözde?
Malum dedim ve kabullenmiş tebessüm takınarak, bir tabure çekip oturdum.
Bir tabure de kabullenemediklerime çektim.
Güçlüyü kabulleniyor, güçlünün güçsüze zulmünü kabullenemiyordum.
Haklıyı kabulleniyor, haklıyı haksız yapan hırçınlığını kabullenemiyordum.
İyi niyeti kabulleniyor, iyi niyetin suistimalini kabullenemiyordum.
Yukarı çıkmak isteyişleri kabulleniyor, çıkarken bir diğerinin üzerine basmayı kabullenemiyordum.
Yine keskin sirke gibi uyanmıştım anlaşılan, zararım kendime.
Hani her zaman kızıyorum da bu bozuk düzene, bu adaletsiz sisteme, sistemin işleyemeyişine ve diğerlerine…
Ama bazen tahammül sınırım düşüyor benim de.
Kendime bir gökdelen bulup –ki metropollerde en kolay bulabileceğimiz şey bir gökdelendir- tepesinden atlamak geliyor içimden.
İnsanların neden yaşama katlanamadığını o anlarda anlıyorum en çok da.
Bilip bilmediğim bütün küfürleri edip, ruhuma bir yelpaze sallayayım diyorum, gözüm mavi pencereli evlere takılıyor.
Köy evlerinde pencereler neden maviye boyanır, bilir misiniz?
Akrepler mavi rengi kırmızı görür de ondan.
Akrebin düşmanı ateştir ya hani, maviyi kırmızı gören, kırmızıyı da ateş zanneden akrep, o pencereden uzak durur.
Haliyle evler de akrepten yana güvende kalır.
Keşke insanların da kendilerini güvene alabilecekleri bir mavi pencereleri olsaydı.
İçimdeki ben, onaylayan bir ifadeyle başını salladı.
Onunla çok sık zaman geçirmeye başladık bu aralar.
İnsan en çok yalnız kaldığında bir ‘ben’ daha doğuyor içinde.
Kendini güçlü hissetsin diye…
Yaşım kırkı ezdi, ben tahta bir tabure üzerinde, bir kamyoncu lokantasında, bir Sadri Alışık filmine bakıp kalmış, içimdeki benden medet umuyordum.
Yenildim, kaybettim, terk edildim, tökezledim, düştüm de…
Kandırıldım, dolandırıldım, yıldırıldım, ezildim, hatta dövüldüm bile…
Hayatın her darbesinde, biraz daha kolay oldu, beni serdiği yerden kalkması.
Dövüle dövüle dövmeyi öğrenirsin derlerdi eskiler, haklılar yine.
“Hayat kolaylaşmıyor, sen güçleniyorsun” dedi, bendeki ben.
Ağzından kolay kolay iyi bir şey çıkmazdı benim için; uzatmadım, kabullendim.
Sen de güçleneceksin!
Günün birinde bugün canını yakan her şeyin, aslında seni güçlendiren şeyler olduğunu fark edeceksin.
Okları sırtından kendi ellerinle sökmeye başlayacaksın.
Bütün yara izlerini bir güzellik olarak göreceksin.
En güzel halidir onlar, “Ne savaşlar gördüm, ama sağ çıktım” demenin.
Sabret!
Nazım gibi konuşmam gerekirse şayet:
“Herhal ilerdedir yaşanacak günlerin en güzelleri…”