Bir anne tanıyorum ben; inanın sorsanız bilmem adını sanını.

Ne yer, ne içer, nerede yaşar bilmem.

Ama tanıyorum ben onu, kucağında taşıdığı evladının fotoğrafından.

Kucağında evladını taşıyan bir annenin yükü mü daha ağırdır, kucağında evladının fotoğrafını taşıyan bir annenin yükü mü?

Gazetelerde, dergilerde, haberlerde, hatta bazen sokakta bile görüyorum ben bu anneyi.

Göz göze gelmeyeyim diye kaçırıyorum gözlerimi.

Biri getiriyor koca bir çuvaldızı, saplıyor göğsümün tam ortasına.

Hani sormuyorlar, ama sorsalar gösterebilirim o an, vicdanın tam da neresi olduğunu…

Bir anne daha tanıyorum, 30 yıldır gelmeyen evladının yolunu gözleyen.

Ve 30 yıldır bir gün bile evinin kapısını kilitlemeyen.

Evde yokken gelirse oğlu, rahatça içeri girebilsin diye…

Ben ne anneler tanıyorum evladının giydiği son kıyafetleri yıllardır yıkamayan.

Koklayan onu her fırsatta, hasret giderir gibi…

Ben ne anneler tanıyorum evladının kemiklerini bulmadan ölmemek için direnen.

Evlat acısı çeken bir annenin çığlığı, sağır edebilir tüm dünyanın kulaklarını.

Elini daldırıp kaburgasına, yüreğini yerinden sökmektir çünkü bu.

Belki bundan daha da acısı…

Bir çocuk ölüyor, bir annenin avuçlarına kapkara ağıtlar bırakılıyor.

İşte biraz da bu yüzden, o anneler hep elleri ceplerinde yürüyor.

Bir çocuk ölüyor, aklı annesinin evde pişirdiği helvada kalıyor.

Ama ölüyor işte o çocuk; ölüm denen şey çocukluğuna vermiyor.

Bir çocuk bir kez ölüyor, bir anne binlerce kez…

Hayatındaki tek renk mutfağındaki reçel kavanozları olan anne, düpedüz karanlığa gömülüyor.

Bir kadın, anne olmadan önce sadece ‘kadın’dır.

Anne olduktan sonra, hem bir ‘kadın’ hem bir ‘anne’ olur aynı bedende.

Ondan bulur kendisinde dünyaya kafa tutabilecek gücü.

Cılız bileklerine, sarı yüzüne, hasta soluğuna rağmen; bir iç çekişi, bir sessiz çığlığı dünyayı yerinden oynatabilir.

İşte bu yüzden diyorum ya; kadın-erkek eşittir, ama anne şahane bir şeydir.

Ah bir de kucağında evladının fotoğrafını taşıyarak yürümek zorunda kalmasa…

 

 

Bir cevap yazın