‘Adalet’ sık olmamakla birlikte, zaman zaman rastlanan kadın isimlerinden biri.
Sarayı da var, bakanlığı da… Kerli ferli durumda yani…
“Orada bir köy var uzak da, gitmesek de, görmesek de, o köy bizim köyümüzdür.”
Adalet de Bayburt gibi bana kalırsa, var olmasına var, var da bizden çok uzakta…
Evine ekmek getirebilmek için sabahın altısında yola düşen adam adalet ‘yok’ diyor, özel şoförüyle seyahat eden fiyakalı adam ‘var’ diyor.
Söylesene, birileri lüks otomobillere binebilsin diye, birileri neden hep çıplak ayakla yürümek zorunda kalıyor?
Çocukluğum köyde geçti benim ve köy yaşantısı sırasında tanıştım aslında ‘adalet’ kavramıyla.
Belki de ‘adaletsizlik’ demeliydim…
Her sabah köye ekmek getiren ekmekçi, gözümde en emekçi insandı.
Yaşımı hala parmaklarımla gösterebildiğim yıllarda olmama rağmen, hayattaki en büyük adaletsizliğin bu ekmekçiye karşı yapıldığına inanırdım.
Hepimiz uykudayken, kahvaltılarımıza sıcak ekmek yetiştirebilmek için erken uyanmak zorunda olduğunu düşündüğümden…
Herkes istediği kadar uyuyabilir, istediği saatte uyanabilirdi, ama onun her gün kimse uyanmadan kalkması gerekirdi.
O ekmekçiyi bizden ayıran ne olabilirdi ki? İşte böyle girdi ilk, yaşamın adaletsiz olduğu fikri zihnime.
Sonra şehirde yaşayan akrabalarımıza takıldı kafam bir süre.
Onların olabildiğince geniş yolları vardı mesela, büyük evleri, devasa okulları, büyük ve sıcacıktı…
Bize kalan patika yollarda yürümek, yürürken çamur içinde kalmak, nohut oda bakla sofa usulü yaşamaktı…
Tamam, Mahmut Hoca haklıydı, okul sadece dört tarafı duvarla çevrili, üstünde damı olan yer değildi.
Okul bağdı, bahçeydi, ormandı, ama köy mektebinde soba yanana kadar soğuktan kimsenin parmakları kalem tutamazdı.
Belki de bu yüzden köy okullarında okuyanların el yazısı hiç anlaşılmazdı.
Zaman geçti, şartlar değişti, bize de köyden sonra kent yolu gözüktü.
‘Çocuk aklı’ dedikleri şey de yerini yeni bir zihne bırakınca, adalet daha da acı bir kavram haline gelmeye başladı.
Pazar alışverişinden eve gelen bir babanın, ‘bu hafta muz yok’ demesi kadar acı…
O acı tat hiçbir zaman gitmedi damağımdan, erkek kardeşim olduğunda bile hissettirdi kendini.
İki kızdan sonra aileye bir erkek çocuk dâhil olunca, ‘pabucunuz dama atıldı’ dedi birileri.
Bu cümlenin anlamını idrak eder etmez, eşit muamele görmeyi talep etmeye başladım.
Aslında adalet arayışımla birebir tanışmam, 12 yaşındayken bu şekilde oldu diyebilirim.
İlk resmi tanışmamsa 24 yaşındayken oldu, bir adliye koridorunda, cehaletin doğurduğu şiddete karşı dururken…
Adalet arayışım hala devam etse de, adaletten çok, adaletsizliğin ta kendisini gördü bu gözler.
Milyon dolarlık yatlarda yaşarken birileri, aç karnına ölenleri gördü bu gözler.
Zümrüt gerdanlığıyla kuğu gibi süzülenleri de, boynuna yağlı urgan bağlananları da gördü bu gözler.
En azılı suçluların serbest bırakıldığını da, aydınlık kalemlerin ‘Aslı’ nedir bilinmeden dört duvar arasına alındığını da gördü.
Ben ne kadar ‘adalet’ diye çağırsam da, dünyada adalet yoktu…
Dünyada insanları adaletsizliğe mahkûm eden uzun uzun adamlar çoktu…