“Peki, şimdi ne yapacağız?” oldu, durum netleşmeye başladığında ilk sorum.
Bir süre cevap vermeden bekledi.
Böylesi uzun sessizliklerin ardından kötü sonlar gelirdi, bilirdim.
“Muğlak”, dedi.
Şüphesiz o yumuşak g, ‘muğlak’ kelimesinin içinde, bugüne kadar kendisini en iyi hissettiği yerdeydi.
Ancak benim zihnim çoktan hayatımda hiç görmediğim bir kâbusun içinde gezintiye çıkmıştı bile.
Nasıl muğlak olabilirdi?
İlerde değil miydi, yaşanacak günlerin en güzelleri? Öyle diyordu Nazım…
Kaybetmiştik, varımız yoğumuz ne varsa kayıp gitmişti elimizden.
İnsan paralıyken -zengin tabirini sevmeyecek kadar naif insanlar vardır aramızda-, bırak paranın sonunun gelmesini, dünyanın bile sonunun gelmeyeceğini düşünüyor.
Sanki paralı olmak, aynı zamanda hiç ölmeyecekmiş gibi yaşama hakkını da veriyor kendisine.
Çok bilinen bir tabirle, o para suyunu çektiğinde ise, kayıplarla yaşamaktansa, yaşamıyor olmayı diliyor.
O işler o kadar kolay değil, insan üzüntüden ölmüyor. Yenilgiden de, terk edilmişlikten de ve utanmışlıktan…
Hayat bu ya, insanın başına ‘gelmez’ dediği her şey geliyordu.
Bizim de başımıza korkulu sonlardan biri gelmiş, iflas bayrağı çekilmiş, attan inince binecek eşek bile kalmamıştı ortada.
İçimden durdurulamaz şekilde yine aynı soru yankılanıyordu:
“Peki, şimdi ne yapacağız?”
Siz olsaydınız ne yapardınız?
Kabuğunuza çekilir, tüm insanlardan kaçar, dostlarınızı geride bırakır, akrabalarınızı görmek bile istemez miydiniz?
Bu haklı bir tepki olabilir, çünkü en çok da mutluyken kalabalıklarda olmak ister insan; yenikken, üzgünken, darbeler almışken değil.
Şöyle diyordu okuduğum bir öğretide:
“Her şeyini kaybettiğinde; evini, arabanı, paranı ve diğerlerini…
Kendisine sarılmana izin verecek tek şey, itibarın olacak. Sıkı tutun ve seni kör kuyudan çıkarmasını bekle. Bunu mutlaka yapacak.”
Sahiden öyle değil midir?
Arkanıza yaslanın, gözlerinizi yavaşça kapatın ve bir müddet akıp giden yaşamı durdurup, kendinize bakın.
İnsanların gözünde oluşan değeriniz, sahip olduklarınızla ne kadar ilişkili?
Çok büyük evlerde oturuyor, en pahalı arabaları kullanıyor, en lüks eşyaları satın alabiliyor olabilirsiniz. Bunlar elbette mümkün şeyler.
Ancak bunlar sizi siz yapan değerlerin neresindeler, ne kadarını oluşturuyorlar?
Eğer oran yüksekse kötü giden bir şeyler var demektir.
Ve maalesef ki aziz dostum, gerçekler acıdır.
Düşüncelerini de, yaşamını da en kısa sürede iyileştirmen gerekir.
Sana daha fazla çalışmanı, başarmak için çabalamanı, akıllı yatırımlar yapmanı falan söylemiyorum.
İyileştirmeni istediğim şey, ‘kendin’ aslında.
Bir şiir oku mesela.
Gördüğün ilk çocuğun başını okşa.
Muhtaç olan birinin gününü kurtarmasını sağla.
Komşuna gülümse, çalışanlarına da.
Dostlarını akşam yemeğine çağır, masayı sen hazırla.
Bahçene bir ağaç daha dik, bir çiçeği kokla.
Başını kaldır ve gökyüzüne bak, bu maviliği gözlerinden esirgememelisin.
Kızına bir masal oku, uyumadan.
Oğluna hayatının öğüdü ver: “Hile yapmayı değil, hata yapmayı göze al” de mesela.
Eşine seninle ilgili hiç bilmediği bir şeyi anlat, belki bir çocukluk anısı.
Anneni daha çok ara, babana daha çok hak ver.
Kardeşinin de sana ihtiyacı olduğunu unutma.
Tuttuğun her ele, ruhunu da uzat.
Arabanı bırak ve bugün yürüyerek git, gitmek istediğin bir yere.
Sadece kendi çıkarların için değil, herkesin çıkarı için adil olandan yana ol.
Güçlünün güçsüze uyguladığı eziyete seyirci kalma.
Böylelikle yavaş yavaş daha ‘yaşanılabilir’ olacak bu dünya.
Ve bunların karşısında paranın bir değeri olmadığını göreceksin.
İnsanların seni evinle, arabanla, zenginliğinle değil; bilginle, ahlâkınla, letafetinle hatırlamasına izin ver.
İnan böylesi daha stabil.
“Hem aşağı mahallede gördüm, arabalar eskiyor…”