Bir eylül sabahı serinliğinde yazıyorum tüm bunları. Kim bilir, cümlelerim ne zaman ulaşır size? Denize atılan bir not gibi, kimin kıyısına vuracak şişem bilmiyorum. Fakat tüpsüz bir dalışla derinlere indim ve sadece yazıyorum.
Sahi “kıyıya vuran şişe” deyince, insan ne çok istiyor değil mi böyle heyecanlar yaşamayı? Hemen hayal etmişsinizdir mesela o anı. Eliniz cebinizde, denizin kokusunu içinize çekerek ilerlerken bir bakmışsınız, kıyıda bir şişe!
Belki de olmayacak bir şeymiş gibi geliyor size, ama zaten hep böyle şeylerin hayalini kurmaz mı insan? Kurar, çünkü mucizelerin var olduğuna inanırsa, ruhu o zaman katlanacaktır bu dünyanın tuhaf düzenine.
Ben lambadan çıkarak “Dile benden ne dilersen!” diyen cinlere hiç inanmadım. Her gün elimize sayısız fırsat geçtiğine, bizimse günlük kaygılarımızdan bunların çoğunu kaçırdığımıza inanıyorum. Mesela, lambadan çıkan cinlere inananların zamanında olsaydık, cinin bize bir dilek değil de, seçim hakkı sunduğuna inanırdım. Dileği sunduktan sonra da, zaten sonucu bildiği için karşımıza geçip, kıs kıs güldüğünü düşünürdüm herhalde. Tıpkı 1940’ların California’sındaki bir adama güldüğü gibi…
O zamanlar araba sevdası bünyelere de sirayet edince, birçok sektör buna göre hizmet şekilleri geliştirmeye koyulur. Özellikle, arabaya yemek servisi modeli popüler olur. Çeşitli duraklarda bulunan yemek noktaları; hamburger, kola, milkshake ve benzeri ürünlerle hizmet vermeye başlar…
İşte benim anlatacağım hikaye, tam bu dönemde “milkshake makinesi” satarak başarıyı kovalayan bir adamı anlatıyor;
İşleri hiç yolunda gitmeyen bu adam, bir gün kendisinin bile inanamadığı bir sipariş alır. Sekreteri, uzak bir kasabadan 6 adet sipariş verildiğini ve siparişin çok acil teslim edilmesi gerektiğini söyler. Aylardır 1 tane bile makine satamazken, 6 adet siparişe şaşırır ve kesinlikle bir hata olduğunu düşünerek sekreterine tekrar tekrar sorar. Ancak sipariş doğrudur. Kahramanımız apar topar yola çıkarak, sipariş verilen yere doğru hareket eder.
Uzun bir yolculuğun ardından nihayet varması gereken yere ulaşır. Çok yorgundur ama bir otele gidip dinlenmektense, bir an önce siparişin verildiği yere gitmeyi tercih eder. Karşılaştığı manzarayla şaşırır; sessiz sakin bir yer gibi görünen kasabada, neredeyse tüm insanlar bir kafenin önünde kuyruk olmuşlardır. Aslında durum tam olarak böyle olmasa da, o anki kalabalık adamı büyüler ve tüm kasaba oradaymış gibi gelir.
İnsanlar müthiş bir düzen içinde sessizce sıralarını beklemekte, siparişlerini alanlarsa ilk buldukları yere oturup iştahla yemeklerini yemektedir. Adam yemek yiyenlerden birine doğru yaklaşır ve genç kızın elindekinin bir hamburger olduğunu görür. Sıra düzenli bir şekilde devam etmekte, hamburgerini alan ilk bulduğu yere oturarak yemeye başlar. Bu adamı müthiş meraklandırır, o da kafenin içine girer. Kafede, birbirlerine hiç çarpmadan hızla hareket eden, önlüklü, tertemiz 10 kadar genç çocuk vardır. Bir de, adeta bir maestro gibi operasyonu yöneten 40’lı yaşlarda 2 kardeş…
Kahramanımız define bulmuşçasına heyecanlanır. Bir an önce buranın sahipleriyle tanışmak ister. Ancak içeride öyle bir tempo vardır ki, bir türlü istediği fırsatı yakalayamaz. Israrla o koşuşturma esnasında kardeşlerden birine derdini anlatmaya çalışır. Milkshake makinelerinin satıcısı olduğunu, sipariş üzerine geldiğini, ama tanışmak da istediğini o tempoya ayak uydurmaya çalışarak ifade eder. Kardeşler, ilk etapta duraksarlar ancak hızlıca toparlanıp akşam yemeği için sözleşirler. Kahramanımız zafer kazanmışçasına rahatlar. Artık keyifle bir hamburger yiyebilecektir.
Girdiği hipnozun etkisinden mi, yoksa gerçekten inanılmaz lezzetli olduğundan mı bilinmez; elindeki hamburgerin hayatında yediği en iyi hamburger olduğunu düşünür. Hamburgerinden ısırıklar alırken, böylesi bir başarının nasıl olduğuna akıl sır erdirmeye çalışır. Aklında bin bir soru ve düşüncelerle akşamı zor eder. Ve nihayet yelkovanla akrep sözleşilen saati gösterir, heyecanla beklediği yemek saati gelip çatar. Yemek boyunca kardeşlerin hikâyesini birinci ağızdan dinlemenin mutluluğunu yaşar.
Hikâyeleri uzun, ancak özetlemek gerekirse; kardeşler dönemin yemek servisi modelindeki hataların farkındadır. Arabada servis modelindeki hizmette yaşanılan aksaklığın, maliyet artışının, müşteri memnuniyetsizliğinin ve daha birçok detayı kapsayan sürecin analizini çıkarmışlardır. Sonuçta hız, kalite ve ekonomik değerleri baz alarak, hızlı mutfak dedikleri muazzam bir servis modelini ortaya çıkarmışlardır.
Kahramanımız hikâyeyi dinledikçe aklında tek bir şey canlanır, “Bu hikâyeye ortak olmalıyım.” Bunu sadece aklından geçirmez, dile de getirir. Kısa süre içinde de, bu işin büyümesi gerektiğini ve bayilik verilmesi gerektiğini söyler. Ancak kardeşler bu fikre sıcak bakmaz, çünkü verilen hizmet kalitesinin katiyen bozulmasını istemezler.
Yemek biter, kahramanımız evine döner, ama aklındaki düşünce kaybolmak bilmez.
Yıllardır kovaladığı başarıya hiç bu kadar yakın hissetmemiştir kendini. Çevresinde kimse ona inanmamıştır, karısı bile. Çok fazla iş değiştirmiş, her defasında “Bu kez farklı…” diye düşünmüştür, ama bu kez gerçekten farklıdır, bundan emindir. Öyle kolay pes etmemeye karar verir.
Soluğu tekrar yanlarında aldığı kardeşleri bin bir rica minnetle ikna eder. İkna süreci zorlu olunca, işi resmiyete dökecek sözleşme metni de titizlikle hazırlanır. Kardeşler kısmen rahattır, çünkü hiçbir ayrıntıyı es geçmediklerini düşünürler. Sıkı bir anlaşmaya imza atılır, yapılacak her farklılık için kardeşlerden izin alması gerekecektir. Artık hikayenin bir parçası olduğunu düşünen kahramanımız hiçbir şeyi umursamadan, tereddütsüz imzalar.
Büyük bir hızla işlere koyulur; yer seçimi, inşaat, malzemeleri, personel alımı derken kısa sürede kendi yerini açar. İşler güzel giderken hayalindeki gibi kazanamadığını fark eder. Maliyeti düşürecek fikirler arar, ancak kalitenin bozulmasını istemeyen kardeşler yeniliklere çok da sıcak bakmaz. Gerginlikle geçen günlerin ardından, adamımız hırsla bildiğini yapmaya başlar. Yiyeceklere de farklılık getirir, bayilik koşullarına da… Sürekli toplantılara katılır, iş seyahatlerine çıkar ve dört bir yana bayilik vermeye başlar. Giderek markayı büyütür ve sözleşmeden kaynaklanan açıkları bularak marka sahibinin kendisi olduğunu söyler. Üstüne markanın tüm haklarını alır. Kardeşlere de, geri planda kalmalarını ve kazançtan belli bir oranda kar alacaklarını söyler, ama bu sadece lafta kalır. Ve hiçbir zaman pay alamayan Dick ve Mac kardeşler, sade bir hayat sürer… Girişimci adamımız Ray Kroc ise, McDonalds markasının sahibi olarak hayatına devam eder!
Bu hikâyede sizi rahatsız eden şey neydi? Aslında tek de değil, değinilmesi gereken birçok şey var. Ray Kroc çok çalışmış olabilir, ancak markanın esas sahiplerini yok sayması kabul edilemez. Dick ve Mac kardeşler, endişelerinde belki de haklılardı, ancak Ray onları dinleseydi, belki de şu an bu markayı bilmiyor olacaktık…
Ray Kroc en azından sözünü ettiği payı verebilirdi, McDonalds kardeşler daha uzlaşmacı ve daha dikkatli olabilirdi. Bu şekilde, birçok noktayı aydınlatabiliriz. Ama asıl değinilmesi gereken konu başka.
1940’lı yılların California’sında Rac Kroc’un karşısına, lambadan bir cin çıkmıştır adeta.
Cine hayalini söylemiş, cinse keyifle gülmüştür. Hayalinin gerçekleşeceğini düşünen Ray, havalara uçmuştur. Oysa cin, sunduğu seçimin neler getireceğini önceden bildiğinden, dikkatle Ray’in hareketlerini izler.
Burada seçim yapılması gereken konu “Azim mi? Hırs mı?” olmuştur.
Ray Kroc, hedefi uğruna çoğu değeri hiçe sayarak hırsla ilerledi, geriye ise onu itibarsızlaştıran bir hikâye kaldı…
Peki ya siz? Siz olsanız hangisini seçersiniz?
Azim mi? Hırs mı?