“Onu gördüğümde bir enkazdan sağ çıkmış gibi sarıldım.”

Siz bir enkazdan sağ çıkmış olmanın ne demek olduğunu bilir misiniz?

“Sesimi duyan var mı?”, hatırladınız mı bu seslenişi ve bu seslenişin çaresizliğini?

16 yaşındaydım, bu dünyanın toprağında yalnızca 16 yıl basmıştım, bir enkazdan sağ çıktığımda.

Sokağımızın başındaki sıvalı apartmanda oturuyordu Çiğdem.

İzmirliler çekirdeğe çiğdem diyedursun, ben Çiğdem’e ömrümce acı diyeceğim.

Yedinci sınıfa gidiyordum, sokağımıza taşındıklarında.

Kaleye geçme sırasının bana gelmiş olmasına sinirlenip, hırsla vururken topa, kafamı kaldırdığım an ilişti gözlerime.

Başak sarısı saçları, mavi elbisesi, beyaz ayakkabıları…

Mahallelinin daha önce hiç görmediği kadar temiz ve güzeldi.

Bir yere geç kalıyor olmanın verdiği telaşla yürür gibi, hızlı hızlı atıyordu adımlarını.

Hatta adımları birbirine karışıyordu çoğu zaman.

Yüzünü görmesem bile, yürüyüşünden tanırdım onu, bir de incecik parmaklarından.

Dünyanın bütün ellerini bir araya getirseler, tanırdım içlerinde Çiğdem’in ellerini.

Küçücüktü, narindi bedeni; ürkekti biraz da, bir anne kadar da merhametli.

Hani kırk kiloysa Çiğdem, otuz dokuzu merhametti.

Sokakta gördüğü bütün hayvanları sevebilirdi, bütün insanları zaten seviyordu.

İkinci bir parıltı oluyordu gözlerinde daima, ay ışığı fışkırır gibi.

Öyle çok seviyordum ki onu; annem gibi, kardeşim gibi, sevdiğim gibi, arkadaşım gibi, belki biraz da çocuğum gibi…

Asla bir isim koyamadım o sevgiye, belki de o yaşlarda insan isim koyma konusunda çok başarılı olamıyordu.

Bir filmde duyduğum gibi, ‘İki gözümün çiçeği’ diyordum içimden.

“Parka gidecekmiş iki gözümün çiçeği…”

Ortaokul bitince o öğretmen lisesine yazılmıştı, ben ticaret lisesine.

Yedinci sınıfta birleşen yollarımız, ilk orada ayrılmıştı yani.

Yine de aynı sokakta oturuyor olmanın sevinci vardı hep içimde.

Bir gece korkunç bir sarsıntıyla uyandık hepimiz.

Kargaşa, korku, kıyamet, çığlıklar, telaş, karanlık, siren sesleri…

Yıkıntılar içinde kaldı, bütün umutlarımız, hayallerimiz, anılarımız ve de sevdiklerimiz…

Bu kadar şey nasıl yitip gidebilirdi sadece kırk beş saniyede?

Rakamla 17 Ağustos, yazıyla acı dolu Ağustos…

İşte o kara Ağustos gecesinde anladım ben, enkazdan sağ çıkmanın ne demek olduğunu.

Çiğdem de çıktı, çıktı çıkmasına da, ayakları yıkılan bir duvarın altında kaldı.

Çiğdem o Ağustos gecesinde düştü düşlerinden, yarım kaldı.

Bense mahrum…

O telaşlı adımları silindi gitti yeryüzünden, o küçük ayakları kayboldu.

Gözlerini dikip hayaller kurduğu tavan, bütün hayallerini aldı elinden.

Önce telaşlı ayakları çekip gitti, bir zaman sonra yaşamaya tahammül edemeyen kalbi de gitti.

Sen bir enkazdan sağ çıkmış olmaya sevinememenin ne demek olduğunu bilir misin?

Sen bir enkazdan sağ çıkmış olmaya utanmanın ne demek olduğunu bilir misin?

Tam 17 yıl önce, o enkazın içinde bıraktım ben omurgamı.

O yüzden ayakta duramıyor oluşum.

Kulağımda hala aynı sesler yankılanır durur: “Sesimi duyan var mı?”

Kaburgam kalbimi dövmeye başlar, Çiğdem’i andıkça ve diğer Çiğdemleri…

Deprem denen şey malına, mülküne, güzelliğine, umutlarına, itibarına bakmıyor.

Öyle palas pandıras çalıyor kapını bir anda.

Henüz vaktin varken yaşa yani, doyasıya yaşa!

Aydınlatmak istiyorsan birilerini, bunu hemen şimdi yap!

Tabutlar ışık geçirmiyor…

#17Ağustos1999 #MarmaraDepremi

17 Ağustos Marmara depreminde hayatını kaybedenleri rahmetle anıyoruz. Unutmadık…

 

Bir cevap yazın