Küçük bir kız çocuğu gibiydim, tepeye doğru yokuş yukarı tırmanırken. Biraz heyecan, biraz da düşecekmiş korkusu…
Tırmanıp da düzlüğe vardığımda, sırtını Akasya ağacına yaslamış, içli içli ağlayan bir çocuk gördüm.
Hangi dilde ağladığı ne fark eder? Türkçe, Kürtçe, Lazca belki de…
Çekiştirirken haki rengi el örgüsü kazağının eprimiş kollarını, çamura bulanmış eski ayakkabıları takıldı gözlerime.
Hangi şehirde olduğu ne fark eder? İstanbul, Diyarbakır, Ardahan belki de…
Hangi dilde değişiyordu yoksulluk, hangi yerde farklılaşıyordu?
Ne yıllar ne de yerler değiştiremiyordu bazı şeyleri ve yokluk da bunlardan biriydi.
‘Yokluk’ dedim ya, bazıları yüreğini yoklayacak şimdi, bazıları ceplerini…
Dizlerini karnına çekerek acıdan iki büklüm olan o çocuk da hafızalardan silinip gidecek.
Ama o çocuklar büyüyecek!
Belki beni fark ettiğinde ayakkabılarını gizlemeye çalışacak ve eprimiş kol ağızlarını görmeyeyim diye sıkıca sarılacak kendine.
Sahip olamadığı şeyler için utanç duyacak…
Çoğunluğun yoksul olduğu ülkede, yoksul olmanın değil, varlıklı olmanın utanılası olduğunu anlamayacak henüz.
Ama biraz daha büyüdüğünde, okuduğu kitaplarda edindiği dostlarından öğrenecek bunu.
Yoksulluğunun kendinin suçu değil, toplumun suçu olduğunu anlayacak.
Belki bir gün sahip olamadıkları için duyduğu utancın yerini, sahip oldukları için duyduğu utanç alacak.
O kurtaracak kendini, ama başka bir ağacın altında, sırtını yaslayacak başka bir şeyi olmayan bir çocuk, ağlamaya devam edecek.
Belki yoksulluğundan dökülecek gözyaşları, belki de yoksunluğundan…
Ve yine bazıları yüreğini yoklayacak şimdi.
Kimse bizim kökümüze su vermedi, belki de kıt kanaat, eğri büğrü büyüdük bir susam gibi.
Hadi yoksulluğu anladık da zamanla, bu yürekler neden kıt kanaat?
Ne düşenin elinden tutup kaldırmaya yetecek gücümüz var ne de bir avuç sevgi vermeye niyetimiz.
Hadi yıkamıyoruz yoksulluğun duvarlarını, anladık da neden sevgiyle bir pencere açamıyoruz?
Bıraktım sorularımı bir kenara, gidip oturdum yanına ve yasladım ben de sırtımı o Akasya’ya.
Çevirdi başını, dargın gibi baktı yüzüme. Kömür karası kocaman gözleri vardı.
İnsan acı çekince büyürdü gözleri, daha bir anlamı olurdu.
Neden ağlıyorsun dedim, dizlerinin altından çıkardığı eski okul çantasını koydu önüme.
“Babam bana yeni bir çanta aldığını zannediyor.”, dedi.
Nasıl yani dedim, ‘almak’ kelimesi çıksın istemiyordum ağzımdan.
“Okul açıldığından beri, insanlara bana yeşil ve sapasağlam bir çanta aldığını anlatıyor, buna öyle inanmış ki, almadın diyemedim.”, dedi.
İnsan bazen dileğini olmuş zanneder, onun gerçekleştiğine inanarak yaşardı.
Oğluna almak istediği çantayı aldığına inanarak yaşayan bir baba…
Ve o üzülmesin diye bunun sadece bir dilek olduğunu söyleyemeyen küçücük bir çocuk…
O çocuklar büyüyecek!
Hayat, kalbi narin olana fazlasıyla ağır geliyor.
Ve nerede olursa olsun insanın yakasını bırakmıyor bir ayrılık, bir yoksulluk, bir ölüm…