Çocukluğumuz birilerinin başarı hikâyelerini dinlemekle geçti.
Yetişkin olma evremiz, komşu çocuklarının başarılarıyla kıyaslanarak geçti.
Hep bir komşu çocuğu oldu hayatımızda, bizden daha başarılı olan.
Hep bir akrabamız vardı, bizden daha çok kariyer yapan.
Hep bir rakibimiz oldu, bizi geçmek için bir nevi depar atan.
Yetişkin olduk, ama bu saçma zihin yarışının içerisinde kendi kimliğimizi unuttuk.
Zoraki dâhil olduğumuz yarış, başkaları gibi olmaya sevk etti bizi.
Hatta başkalarının ayak izlerinden gitmeye mahkûm etti.
“Bu topraklardan neden bir dünya markası çıkmıyor?”, diye sormuştu.
Aslında cevap çok açık değil miydi?
Vizyonsuzuz, bizi sınırlandırmalarına izin veriyoruz.
Sınırlanan zihin Apple’ı, Samsung’u, Amazon’u, hatta Starbucks’ı konuşmaya devam ediyor.
Ama kendini konuşulacak bir seviyeye çıkarmak için çaba sarf etmiyor.
Bir çaba söz konusu olsa bile, bunun sonucu Starbucks çakması bir konsept yaratmaktan öteye gitmiyor.
‘Özgün’ bir şeyler yapamıyor olmak da, itibar edilmemeyi beraberinde getiriyor.
Sahi, siz hala bir markanın geniş kitlelerce benimsenmiş olmasını, ekonomik gücüne mi bağlıyorsunuz?
Uzaktan bakıldığında durum öyle gözükebilir.
Paranın gücü hatırı sayılır bir fark yaratır, bu konuda hemfikiriz. Ama bugün gelinen noktada para anlık olarak güçlü kılmaya yetiyor olsa bile, itibar satın almaya yetmiyor.
Hedef kitle finansal kaynakları güçlü olan, büyük bir markayı kullanmak yerine; doğaya saygılı üretim yapan, çevreci anlayışı benimseyen, sosyal sorumluluk projelerinde yerini alan markayı seçiyor.
Bir çeşit, ‘çorbada benim de tuzum bulunsun’ mantığı.
En basitinden bir markanın geri dönüşüm konusunda yaptığı çalışmalar bile, onun itibar düzeyini yukarı çekmeye yetiyor.
Yani kitle kendine markanın etiketini değil, itibarını muhatap alıyor.
Şu bir gerçek ki, Y kuşağının zihni Google gibi çalışıyor.
Eğer sana ve markana değer vermelerini istiyorsan, önce ‘özgün’ olmalısın.
Seni birine benzettikleri an, sokak jargonuyla ‘kendi topuğuna sıkmış’ olursun.
Anayasada yeri yok ama bizler nevi şahsına münhasır olanı seviyoruz.
Farklılıklar zaten her geçen gün azalıyorken, neden aynı olmayı, üstelik ‘çakma’ yaftasını üzerine yapıştırmayı göze alasın ki?
Her şeyden önce bir kurum da, marka da ‘vizyon’ sahibi olmalı.
Kendi etik anayasasını oluşturmalı.
Kendi yolunu çizmeli ve bu çizginin dışına çıkılmamasını sağlamalı.
“Kendinle tanıştığında, nasıl yaşaman gerektiğini öğreneceksin”, yazıyordu İran’da bir mabedin girişinde.
Nasıl ki insanın yaşamına yön verebilmesi için, önce kendisiyle tanışması gerekiyorsa; markanın da geleceğine yön verebilmesi için önce kendisini keşfetmesi gerekiyor.
Unut artık çocukken sana kurulan ‘onun gibi ol’ cümlelerini.
Onların hepsi laf-ı güzaf.
“Kendin ol! Baksana, diğerleri çoktan alınmış…”