“Örtmenim” dedi, “Size bir şey diyeceğim. Bugün defterlere bakacaksınız ya… Kaplamamızı söylemiştiniz. Ben üçünü kaplayabildim. Elime para geçince kap kâğıdı alıp öbürlerini de kaplayacağım…”
Öylece kalakaldım. Sekiz yaşında bir kız çocuğu… “Elime para geçince…” Onun yaşında bir öğrencinin göstereceği mazeretler belliydi: Unuttum, babam kap almadı, yarın kaplayacağım… Emine’nin cümlesi kendi sorumluluğunu bizzat kendisinin taşıdığını gösteriyordu. Ailesi köyde yaşadığı için, dedesiyle kalıyor, her işini kendisi görüyordu. Defterlerinden yalnızca Emine sorumluydu. Ve biliyordum ki dediğini yapacak, kimseden bir şey beklemeksizin eline geçen ilk parayla defterlerini kaplayacaktı.
‘Kaç Zil Kaldı Örtmenim’ kitabında böyle anlatıyor Filiz Aygündüz, küçük Emine ile olan anısı. Bazen çocuklar boyundan büyük laflar edebiliyorlar, boyundan büyük sorumluluklar aldıkları için…
Hayat her birimize altın tepsilerde sunulmuyor ve bazılarımızın yaşama eylemine devam edebilmeyi istemesi için, daha güçlü olması gerekiyor.
Küçücük bir çocukken bile…
Şans dediğimiz şey, aslında biraz da bu noktada kendisini belli ediyor.
Hani diyoruz ya, ‘Bazı insanlar şanslı doğar…’
Aslında her birimiz sahip olmadığımız şeylerin adını şans koymuşuz.
En basitinden evimiz güneş görmüyorsa, evi güneş alan insanları kendimizden daha şanslı kabul ediyoruz.
Hatta bazen kendi dikkatsizliğimiz yüzünden başımıza gelenler için bile, ‘şanssızlık’ yaftasını yapıştırıveriyoruz.
Peki, bunlar ne derece doğru?
Şanslı olduğunu düşünenlerden misin, yoksa sen de sahip olduklarına rağmen kendisini şanssız ilan edenlerden mi?
“Günün birinde ben de böyle bir şey yapacağım”, dedi.
Gözlerindeki heyecan ve ışıltıya kayıtsız kalmak imkânsızdı.
“Nasıl bir şey?”
”Evrenin gizemini çözecek bir şey.”
Tiflis’te, küçücük dünyasında kocaman hayaller kuran bir ilkokul öğrencisinin ağzından çıkmıştı bu cümleler, Stephen Hawking’in yaşamını konu alan bir anlatımdan sonra.
Sahip olduklarına da, sahip olamadıklarına da, şansına da, yazgısına da bakmıyordu bu lafları ederken.
Çünkü özgürdü, çünkü sınırlandırmıyordu kendisini, çünkü kanatlarını zincire vurmuyordu zihninin.
Benim gibi, bizim gibi, sizin gibi, hatta sizler gibi de…
Çok sevdiğim bilge biri şöyle demişti: “Şans ancak sen hazır olduğunda sana gülümser.”
Yani yaşam önce seni hazırlar, gerçekleşecek güzel şeyler için.
Ve sen kendini hazır hissettiğinde, umutsuzluğa düştüğün her bir şey parmaklarının ucuna gelir.
Tam pes ettim dediğin anda, sana mücadele etmeni gerektirecek bir neden daha sunar.
Sessizce kulağına fısıldar: Mutlu olma sırası sende!
İnsanoğlu evrenin en güçlü yaratığı olmasına rağmen, kendisine ıstırap çektirmeye bayılır.
‘Şanssız’ olarak nitelendirmesi de bunlardan biridir.
Yeni ıstıraplar için ortam yaratma konusunda da hevesli olunca, birçok yarışı daha başlamadan mağlup bitirir.
“Bende şans olsaydı zaten kız doğardım…”
Bu cümleyi hayatımda bir kez bile kullanmadım diyen bir erkek var mı aramızda?
Ulaşmak istediğimiz bir şey için gereken mücadeleyi göstermediğimizde, bunu şanssızlığımızla kapatmaya çalışıyoruz.
Başardığımızda ise şanslıyım demek yerine, ‘başarılıyım’ demek daha çekici geliyor.
Evet, bütün insanların kafası biraz karışık…
Yine de “Güzel günler sana gelmez, sen onlara yürüyeceksin.”
Eğer bir şeyi istiyorsan, ‘şansını’ bir kutuya koy ve kilitle, seni iyi ya da kötü etkilemesine izin verme.
Sadece ‘sen’ olarak başla mücadelene.
Sen olarak kazan!
Bugüne kadar aksiliklerin peşini bırakmamış olması, bugünden sonra da öyle devam edeceği anlamına gelmez.
Biliyorum, şu an bile içinden “Tanrım, bir kapıyı kapatmış, diğerini de üzerime kilitlemişsin” diyorsun.
Bırak bu kokuşmuş cümleleri, bak nasıl diyor Murakami:
“Bir bisküvi kutusunun içinde her türlü bisküvi vardır, sevdiklerin de pek sevmediklerin de. Ve insan sevdiklerini önce yerse, geriye pek sevmedikleri kalır sadece. Ben kötü günler geçirdiğimde hep böyle düşünürüm işte. Şimdi bunu yaparsam, sonrası daha kolay olur, derim kendi kendime. İnan bana yaşam bir bisküvi kutusu gibidir.”
“Piyango kimlere çıkar biliyor musunuz?”, diye sordu yaşlı adam.
Bir anda evrenin tüm sesi kesildi sanki.
“Ben biliyorum”, dedi.
“Piyango ancak bilet alanlara çıkar…”