“Çocuklarınıza iyi para kazanmayı değil, iyi bir insan olmayı öğretin.”, dedi.

Ne yaşlı bir bilgeydi ne de bir Kızılderili. Öğle yemeği için girdiğim restoranda, yan masada oturan ve hararetli şekilde konuşan biriydi.

Kırklı yaşlarında, iyi giyimli, kendinden emin… Çok geçmeden anladım ki restoranın sahibiydi.

Çalışanlarını karşısına oturtmuş nasihat ediyordu. Kendisini ilgiyle dinlediğimi fark edince beni de selamlamak zorunda kaldı.

Ben yemeğimi bitirdiğimde o da nasihatlerini bitirmişti. “Oğlum beyefendiye bir çay ikram edin”, dedi. Sesindeki yaşanmışlığın verdiği cesaretle “Bana eşlik edecekseniz içerim”, dedim. Kırmadı, karşımdaki sandalyeye oturdu.

Bir müddet işlerimizden konuştuktan sonra sözü verdiği nasihatlere getirdim. Vaktin varsa anlatırım dedi ve çözüldü hayatının ilmeği…

Çocukken yıkık dökük sobalı bir evde yaşıyorduk. Apartmanların gölgesinde kalmış kutu gibi bir evde.

İşportacıydı babam. Neyi satabileceğine inanırsa onu tezgâhına koyardı. Bazen tezgâhın hepsini satmayı başarır, bazen tek kuruş kazanamadan dönerdi eve. Üç kardeş cam kenarına dizilir, onun eve gelmesini beklerdik.

Yürüyüşünden anlardık o gün işlerin iyi gidip gitmediğini. Tezgâhı boşaltabilmişse omuzları dik yürürdü, boşaltmamışsa sanki tüm dünyanın yükünü omuzlarında taşırdı.

Durumumuz hiçbir zaman iyi olmadı yani. Yer sofrasında bir ekmeği beş kişi bölüşürdük. Soframızda yalnızca kuru ekmek bile olsa, yemeği bitirir bitirmez önce hep birlikte dua eder, sonra babamın nasihatlerini dinlerdik.

Yalan söylemeyin derdi babam, iyi insan olun, dürüst olun, sizin olmayana el uzatmayın derdi. Alnınızın teriyle ıslanmayan bir kuruşu bile cebinize sokmayın…

O zamanlar söylediklerini çok ciddiye almaz, hatta bazen o odadan çıkar çıkmaz taklidini yapardık.

Evimizi gölgeleyen apartmanın sahibi Samim amcanın cebimize sıkıştırdığı harçlıklar gelirdi aklımıza.

Dört katlı apartmanı, sarı Mercedes’i, çarşıda restoranı vardı Samim amcanın, iki de oğlu…

O evimizin önünden geçerken hemen oyun oynamayı bırakır, sıraya dizilir, saygıyla selamlardık. Çünkü Samim amca bize harçlık verirdi. Ama babam geldiğinde bunu hiç yapmazdık.

Nohut oda, bakla sofa bir evde kıt kanaat geçinerek büyüdük. Okuldu, diplomaydı hak getire.

Yavaş yavaş çarşıda pazarda çalışalım derken elimiz ekmek tutmaya başlamıştı ki, zatürreden kaybettik babamızı.

Aradan altı ay geçti geçmedi Samim amca da öldü.

O koca apartmanı, işletmesi, arabası, parası pulu iki oğluna kaldı. Bize babadan kalansa borçtan başka bir şey olmadı.

Üç kardeş durmadan çalıştık, kapattık o borçları. Her birimiz işimizde ustalaşmaya bile başladık zamanla.

Yalan olmasın beş altı yıl sonra Samim amcanın bütün malını mülkünü bitirdi çocukları. Sahip oldukları her şeyi satılığa çıkardılar.

Biz üç kardeşse önce annemize, sonra da kendimize birer ev alıp yuvamızı kurduk. Geçenlerde bir araya geldiğimizde geçmiş günlerden konuştuk, babamızdan, Samim amcadan, çocuklarından…

Aslında babamızdan bize kalan miras, Samim amcanın çocuklarına bıraktığından çok daha değerliydi. Şimdi anlamıştık. Herkesin ‘değer’ kavramı birbirinden farklıydı.

Hikâyesi de anlatışı da hoşuma gitmişti. Gülümsedim, tam bir şeyler söyleyecekken, “Daha asıl öğrenmen gereken şeyi bilmiyorsun”, dedi. Şaşırdım: Nedir o?

“Samim amcanın çarşıdaki restoranı var ya, işte burası o restoran”, dedi.

Üç kardeş elinde avucunda ne varsa birleştirmiş, o restoranı satın almışlardı. Hayatta maldan mülkten çok daha önemli değerler vardı.

Çocuklarınıza bıraktığınız hiçbir miras, itibarınız ve değerleriniz kadar büyük olmayacaktır.

Bir cevap yazın