Bazen yutkunmak konuşmaktan çok daha sesli bir eylemdir.
İzahı olmayan şeyler vardır, ne konuşarak de ne susarak anlatılır.
Onların boşluğunu, yutkunmak kapatır.
Babamın o bisikleti almayacağını söylediği gün keşfetmiştim bunu.
Ne karşı gelebilmiştim ne de kendime susmayı yedirebilmiştim.
Yutkundum sadece…
O Âdem elması çekebileceği en büyük acıyı o gün çekti belki de.
Bütün yıl kırmızı bir bisikletin hayalini kurmuştum.
Kıpkırmızı olacaktı, elma gibi ve jantlarının parlaklığı gözlerimi alacaktı.
Önce dışlayacaklardı belki beni, bisikletim var diye.
Ama sonra bir kez binebilmek için etrafımda koşuşturacaklardı.
Konu ne olursa olsun, kırılan bir hevesin ağırlığını taşımak güç.
Üstelik küçük bir çocukken, çok daha güç…
İşte ben o yaz, on bir yaşımdayken, o ilk heves kırgınlığını hissettiğimde gücenmiştim hayata.
Kaderin yaraladığı bir insan, ne yaşarsa yaşasın hep yaralı kalıyormuş.
Bunu uzun yıllar sonra anladım.
Babam o hayalini kurduğum bisikleti almamıştı, çünkü mahallede kimseye bisiklet alınmamıştı.
Siz de bilirsiniz o yılları…
Henüz Nutella denen şey yoktu piyasada.
Nesquik bir zenginlik belirtisiydi.
Muz alınmazdı öyle hemen, alınsa da sokakta yenmezdi.
Beslenme çantasına asla meyve konmazdı mesela.
Konsa bile bu en fazla mandalina olurdu.
Akranlarında olmayan bir şeye sahip olmak, dokuz kusurlu hareketten biriydi.
Ve annelerin iki cümlesinden biri: ‘Arkadaşlarının canı çeker’di.
Kaç yaz tatili geçirdim de, arkadaşlarımın canı çeker diye binemedim hayalini kurduğum bisiklete.
Ne benim oldu, ne diğerlerinin.
Belki de ondan bu üzerimize yapışıp duran mazlumluk.
On dört yaşımdayken yaz tatilinde bir berberin yanında çalışmaya başladım.
Nasıl çalışıyorum, ama canımı dişime takarcasına.
Tek derdim var, o kırmızı bisikleti almak.
Şöyle güneş ışıkları değerken tekerlerine, mahallede boydan boya turlamak…
Tam 3 ay boyunca gece gündüz çalıştım, sevimliyim diye bahşişleri de kapınca, çıktım babamın karşısına.
Alacağım dedim o bisikleti, kendimden emin.
Aldığımız gün merdivenleri üçer beşer çıkar gibi sevinçle geldim mahalleye.
Sesimde güneşler açıyordu, bağıra bağıra herkese haber verdim.
Coşkulu bir karşılama da düzenlemişlerdi zaten, benim o müthiş havalı kırmızı bisikletime.
Hiç unutmam, bir gün direksiyonu tutmadan kullanmak istemiş, yere kapaklanmıştım.
Dizlerim paramparça, kan içinde…
Eve gittim, annem biraz merhem sürdü, birkaç yara bandı, baktı çaresine.
O yara günlerce kanadı, acısı dinmek bilmedi.
Öleceğim sanmıştım, neticede insan her yaşta ölebiliyordu.
Ben o yarayla anladım, yara bandının yarayı iyileştirmediğini.
İyileştirmiyor, sadece gizliyordu.
Tıpkı gülümsemek gibi…
Ne zaman içimde bir yerlerde yaralarım kanasa, gizlemek için gülümserim.
Sen de gülümse!
Gülümse ki, ağıdımı bozayım…