Yaşamın anlam veremediğimiz bir köşesine oturmuş etrafımızı seyrediyoruz. Koyu kahverengi ayakkabılarımızı giymişiz, boynumuzda kızıl bir atkı. Arkamızdan esen rüzgâr yalayıp geçiyor atkıyı. Bazen artırıyor şiddetini, bir hamlede kaldırıp indiriyor atkının iki ucunu.
Rüzgârın yolculuğu düşüyor sonra aklımıza. Bize değip geçtikten sonra nereye gittiğini düşünüyoruz bir süre. Hangi topraklardan geçtiğini merak ediyoruz. Belki bir süre penceresi açık mutfağında peynir dilimleyen kadının, siyah saçlarını nasıl dalgalandırdığını da düşünüyoruz. Saçları dans ederken rüzgârla, bir de türkü söylese o kadın, ne de güzel olurdu… “Şafak söktü Suna’m yine uyanmaz, hasret çeken gönül derde dayanamaz…”
Bir ara yataklarının köşesinden baş aşağı sarkan çocukların şen kahkahalarını getiriyor rüzgâr. Ömrünce böyle kalsınlar istiyoruz, böyle neşeli ve umursamaz. Bir ara kedilerin üzgün sesi de duyuluyor. Bir zamanlar, fırtınalı günlerde kedileri apartmana almak kadar güzel olduğumuzu düşünüyoruz. Maziyi yokluyor zihnimiz istemsizce ve biz yine mazi sayesinde dünyanın çirkinliğine dayanma gücü buluyoruz.
İnce parmaklarımıza zarif hareketlerle oje sürdüğümüz günleri geride bırakmışız. Gözü pek bir savaşçı olmuşuz dünya denilen ıssız ormanda. Kahverengi ayakkabılarımıza bir kez daha bakıyoruz. Tozlu yollardan geçmişiz belli. Ne zaman çıkmıştık yola? Belki de biraz dinlenmek için oturmuştuk. Sırtımızı yaslamıştık eski bir kitaplığa. Birazdan tozlu raflarından bir kitap seçeceğiz. Bir padişahın kitabı olacak belki de bu. Bilirsiniz, şairler padişahıdır kelimelerin.
Sonra sayfalarını çevireceğiz savaşçı ruhumuzun unuttuğu sakin bir edayla. Kelimelerin üzerine biriken tozları avucumuzun içiyle temizlediğimizde, birkaç dizeyle kucaklaşacağız. Ve muhtemelen saatlerce kalkamayacağız oradan. Biz ÖSYM’nin edebiyat testinde bile içli dizeler gördüğünde duraksayıp, zaman kaybetmiş insanlarız.
Dokunmak istediğimiz kelimeler dizilecek karşımızda sıra sıra. Şair, “Aklıma suyun intiharı geliyordu hep, şelale deyince…”, diyecek ve biz dizginlenmeden kaldırıp kendini metrelerce yükseklikten aşağı atan suyu düşüneceğiz. Belki ona eşlik etmek geçecek aklımızdan bir an. Can tatlı, hani tatlı olmasa kahverengi ayakkabılarımızla koca adımlar ata ata çıkacağız şelalenin tepesine. Önce ayaklarımızı sokacağız suyun içine. Yavaş ama kendinden emin adımlarla ilerleyeceğiz. Salacakken kendimizi suyla birlikte, bir karanfil kokusu taşıyacak rüzgâr burnumuza ve ‘yaşa’ diye fısıldayacak sanki kulağımıza…
Kurtarıp kendimizi suyun intiharından, yaşamaya bakacağız. Direneceğiz zamanın tüm zalimliğine karşı. Sarıp kızıl atkımızı boynumuza, rüzgâra karşı yürüyeceğiz. Kim bilir, belki bir gün bizim de heykelimizi yaparlar. En çok da dünyada bir iz bırakmak için yaşayacağız. Karda ve çamurda bıraktığımız izlerin dışında. Yaşayacağız, yaşamalıyız bugün. Çünkü, ‘yarın’ hep geç kalmasıyla meşhurdur.