“Benim doğduğum köylerde

Akşamları eşkıyalar basardı.

Ben bu yüzden yalnızlığı hiç sevmem

Konuş biraz!”

Yalnızlığın da kalbe iyi gelen bir yanı vardır aslında, ama konuşmak daha iyileştiricidir yalnızca susup kalmaktan.

Korkarız hep yalnızlıktan, yalnız yemek yemekten keyif almayız mesela, bazen kendimizi iyi hissetmek için ikinci bir servis daha açarız masaya.

Yalnızlığı sevsek de, konuşmaktan keyif aldığımız biri olduğunda yapışırız yakasına.

En basitinden bir otobüs yolcuğu yaparken, yan koltukta hoş sohbet biri otursun, hemen kenara iteriz yalnızlığımızı.

Otobüsten indiğimizde ise bu kısa dostluğun geride bıraktığı boşluğu duyumsarız içimizde.

İnsanların birbirilerini tanıması ne kadar da güçleşti öyle değil mi?

Artık bu zahmetli işe teşebbüs etme girişiminde bile bulunmuyoruz. Bazen bir otobüs yolcuğu, bazen bir muayene sırası, bazen bir gişe kuyruğunda ayaküstü konuşmalar sadece.

Körebe oynar gibi yaşıyoruz, sanki biri bağlamış gözlerimizi, rastgele dolaşıyoruz ve ancak birbirimize çarptıkça haberdar oluyoruz varlıklarımızdan.

Bir süre aynı yolda ilerliyoruz yalnızlığımızı dindirmek için, o kadar. Sonrası hep aynı hikâye…

Yalnızlık her birimizin göğsünün üzerinde kaya misali duruyor. İzin vermiyoruz birinin gelip de o kayayı yerinden kaldırmasına.

Alışmışız çünkü bir bebeğin annesine alışması, bir çiçeğin pencere önünde yerine alışması gibi alışmışız yalnızlığımıza.

Belki de bu çağın insanlarının en büyük problemi bu: Yalnızlık konusundan yakınmak, ama vazgeçememek de…

Kalabalık bir aile olsak bile kendi içimizde yalnızız hepimiz. Bizi aynı evin içerisinde bir araya getirebilen tek şey elektrik kesintileri oluyor.

Yeniden aydınlığa kavuşana kadar konuşuyoruz karanlığın içerisinde. Bazen eski anılardan bahsediyoruz, bazen günümüzün meselelerinden, bazen trafolara giren kedilerden…

İlk ampul yanıyor evde ve sonrasında kar kristallerinin sesi yutması gibi, evdeki tüm sesi yutuyor ışıklar.

Yalnızca sırf ses olsun diye açılan televizyonun sesi duyulmaya başlıyor evin içerisinde.

Tam da iletişim çağında yaşıyoruz, iletişimsizliğin en vahim halini.

Birbirimizin yüzüne söyleyebilme imkânımız varken en güzel cümlelerimizi, sosyal medya duvarlarına yazmayı tercih ediyoruz.

Bir günaydını çok görüyor da yanı başımızdakine, takipçilerimize günün aydığını bildirmek için çabalıyoruz.

Gereksiz bir ‘mutluymuş gibi’ yapma çabasıyla üstelik…

Başlarımız hep öne eğik, şu akıllı telefonları daha konforlu kullanılabilecek hale getiremezler mi?

Çocukluğumun sobalı evlerde geçen günlerini özlüyorum, içerisinden sızan alevin tavandaki dansına bakıp hayallere daldığım günleri.

Bozulmamışken insan daha, kaybetmemişken samimiyetini ne kadar da güzeldi yaşamak.

Biz ne kadar güzeldik, biz ne kadar bir arada…

Köyümüzü eşkıyalar basıyor diye değil üstelik bir arada olmak istediğimiz için birlikteydik.

Şimdi yanarken bir odun sobası, yayılırken adım adım sıcaklığı içeriğe yeniden olmak isterdim o kutu gibi odanın içerisinde.

Yeniden dinlemek isterdim o bahçedeki koca çınarın hikâyesini. Dalına yaptığımız salıncakta aklım hala…

Her şeyin yenisine sahip olduk, ama bizler eskidik. Güzel olan hiçbir şeyin kıymetini bilmeyen çocuklar olduk. Bu yüzden çok yaralanacağız.

Ne odun sobası kaldı ne o kutu gibi ev ne de bahçesindeki çınar. Çocukluğumun asma bahçelerinde bile artık TOKİ’ler var.

 

 

Bir cevap yazın