Ayakları çamura bata çıka yürüyordu okul yolunda. Sırtında eski bir çanta, ayaklarında kara lastikler.
Bahtı kadar kara değildiler…
İstiyordu okumayı, ama çok da iyi öğrenemiyordu evde sekiz kardeşi ve bir de analığıyla yaşamaktan.
Boyu bir metre elli iki santim oldu, kilosu kırk yedi. Saçları da düşünce omuzlarına, ‘büyüdün’ dediler.
Alnının yazısını kapatan bir perçemi olsun istiyordu, bir de annesi örsün saçlarını iki yandan.
Önce kitaplarını aldılar ellerinden, sonra geleceğini.
Okul yok dediler, fazlasıyla olması gerekirken. Ve çıkardılar önlüğünü, bedenine de ruhuna da bol gelen bir gelinlik giydirdiler.
Annesinin örmesini düşlediği saçlarına pullar döktüler ve bir de duvak taktılar başına. ‘Başı bağlandı’ dediler.
Daha on ikisindeydi, henüz üz on iki kez bile gülmemişken hayatında, amcasının oğluna gelin ettiler.
O ‘abi’ diyordu, diğerleri ‘yabancıya gitmedi’ dedi.
‘Nikâhını kıydık’ diyorlardı gurur duyarcasına, ona kıydıklarını bilerek üstelik…
Çocuk olmadan gelin olduğu yetmezmiş gibi, on üçünde anne oldu bir de.
‘Sırtından sopayı, karnından sıpayı eksik etme’ diyerek büyütmüşlerdi amcasının oğlunu da zaten.
Karşı gelemedi hiç, gelse de gücü yetmezdi. Bırak itiraz etmeyi, çocuklarına bile kızamadı. ‘Akşam babanız geldiğinde anlatacağım yaptıklarınızı’ diyebildi sadece.
Ne yapsa hor görüldü, ne söylese yanlış bilindi, ‘kadın kısmı her şeye karışmaz’ dendi.
Dudağına bir ruj bile süremezdi, ama eksik olmazdı gözlerinden mor çiçekler.
O meşhur şiirde bahsi geçtiği gibi, öküzlerden sonra geldi hep sofradaki yeri.
Acısını unutmak için dışarı çıkmak istedi bazen, ‘ayıp’landı sonra, ‘bir başına sokağa çıkmış’ dediler.
Hayatındaki tek renk mutfakta rafa dizdiği reçelleriydi. Ağzını tatlandırmaya yetmeyen reçelleri…
Sonra bir gün kaçıp gitmek istedi kendisini içine çeken kara delikten.
Ayağının birini attı eşiğin dışına, yaklaşıp sessizce arkasından dayadılar namluyu başına. Ve el birliğiyle öldürdüler onu.
Anlattıklarımın hepsi gerçekti, ama yaşanmamıştı henüz zamanın bir diliminde. Belki de yaşanmıştı, ama haberi olmamıştı kimselerin.
Gazetelerin üçüncü sayfasına düşmüş, birkaç kişi okumuş, kendi başına gelmemiş olmasına şükretmiş ve unutmuştu.
Dünya kadının emeğiyle güzelleşirdi oysaki ve insan kadının emeğiyle yetişirdi.
Bir şeye değer verilmesi gerekiyorsa eğer, belki de en çok kadına değer verilmeliydi.
Ruh üflendiğinde karnındaydı insan bir kadının ve ağladığında kucağında.
Aşık olduğunda gönlüne düşüyordu, belki de en çok bu yüzden ipek mendillerin arasında sarıp sarmalanması gerekiyordu.
Adına şiirler yazılmalıydı, adını küfürlerle anmak yerine.
Kulağının arkasına bir karanfil yerleştirilmeliydi, belki de bir papatya.
Gözünde morluğa değil, yüzünde tebessüme sebep olunmalıydı.
Sevgi dolu iki kelimeyi yan yana getirince zaten bütün kadınlar ‘umay’ olurdu.
Sevmeliydik, sevmeliydik ki, sevilebilmeliydik milyonlarca kez.
“Keşke kadın olacağıma, gölgesine razı bir fesleğen olsaydım.”, dedi geçmişten gelen bir ses.
Dünyaya içli cümleler bıraktı, kendini evinin penceresinden aşağı bıraktı.
‘Böyle bir yaşamın neresinden dönülse kârdır.’ dedi. Gitti.
Bu dünyada bir ağaç, bir çocuk ve bir de kadın olmak çekilir gibi değildi…
Adına şiir yazılmamış kadınlara selam olsun…

Bir cevap yazın