“İklim değişir,
Akdeniz olur,
Gülümse…”
Mutluluğun aranan bir şey haline dönüşmediği zamanlarda ne kadar çok gülümserdin, hatırlıyor musun?
Kimse fısıldamamışken henüz kulağına ‘Mutlu ol!’ diye, daha mı kolaydı mutlu olmak?
İnsanın en sevdiğim halidir, sebepsiz mutlu olabilmesi. Birine ya da bir şeylere bağlanmadan, yaşadığı andan keyif alabilmesi…
Bunu yalnızca çocuklarda görüyorum artık, bazen de ‘deli şey’ diye tatlıca takıldığımız, o ilk kez aşık olmanın heyecanını içinde taşıyan genç kızlarda.
Bu çağda aklımız başımızdaysa mutlu olmak için sebeplere ihtiyaç duyuyoruz. Aklımız başımızda değilse ne âlâ…
Geçerli sebepleri bulamadığımızda sinir, stres, öfke ve diğerleri yapışıyor yakamıza. Bir de şehirlerimizin yırtıcı kalabalığı eklenince, yaşamak eziyete dönüşüyor.
İnsan yaşadığı yere benzer derler hani, o yerin toprağında açan çiçeğe, dağlarının denize doğru dumanlı eğimine…
Biraz da bu yüzden Akdeniz’de yaşayanların huzurlu insanlar olduğuna inanırım hep, ikliminden ötürü.
Nerede üzerine Karadeniz iklimi sinen insanın hoyratlığı, nerede Akdeniz iklimine bulanan insanın uysallığı…
Bir de bozkır insanı var tabi iki arada bir derede kalmış gibi. Ne tam anlamıyla gülümseyebiliyor ne de avazı çıktığı kadar yaşayabiliyor acısını.
Yine de gönül, gönlü bulunca bozkırlar gül oluyor.
Niyetim insanları kalıplara sokmak değil asla. Sadece düşündürebilmek biraz, coğrafyanın ne derece kader olabildiğini…
Çıkıyorsun mesela bozkırın göbeğinden yola, Gemlik’e doğru denizi görmeye başlıyorsun. Yavaş yavaş işliyor kanına mutluluk.
Kıskanıyorsun ister istemez, nasıl hikâyelere sahip olduklarını bilmesen de, orada sürekli yaşama şansına sahip olanları.
Diline düşüyor insanların süslü kelimelerle boğulmadığı günlerden kalan şu cümle:
“Ankara güzel de, bir de deniz olsaydı keşke.”
Aslında zaman zaman deniz de geliyor Ankara’ya, sağanak yağmurlu sonbahar günlerinde mesela.
Bunun için özellikle çalışan bir zat-ı muhterem bile var, Ankaralılar bilir, ama ‘şimdi’ konumuz bu değil.
Beton yığınlarının arasında bir kuytu bulup yağmurdan kaçarken, yaşama hevesi de kaçıyor insanın ve dünyaya gerçekten ilk kez gelmiş olduğuna inanamıyor.
Asidi kaçmış bir kolayla aynı kaderi paylaştığını düşünüyor mesela, soğuk bir makarnayla ya da balkondan düşen bir mandalla.
Ne dünyaya zarar veriyor ne de yarar sağlamak için delicesine bir cesaret gösteriyor. Sadece öylece duruyor.
Sebepler aramaya başlıyor kendine, mutlu olmak için yeni sebepler. Çoğunlukla da üçüncü şahıslara bağlı sebepler…
Çocukken sadece en sevdiği elbiseyi giymek bile mutlu ederdi bizleri. Büyüdükçe sarı bir elbise giymek için bile birilerinin bize sarının yakıştığını söylemesine ihtiyaç duyduk. Tıpkı bunun gibi…
Kişisel gelişimi konu alan bütün kitaplar ‘Mutlu ol!’ diyor, sosyal ağlarda popülerlik yarışı yapanlar da öyle. Sanki söylemesi kadar basitmiş gibi…
“Gregor Samsa bir sabah bunaltıcı düşlerden uyandığında, kendini yatağında dev bir böceğe dönüşmüş olarak buldu…”
İnsan da yaşadığı bunca acıyla bir sabah bunaltıcı düşlerden uyandığında, kendini yatağında mutsuzluk yumağına dönüşmüş olarak buluyor.
Çünkü mutlu uyanabilmesi için, uyumadan önce geçerli sebeplere sahip olması gerekiyor.
Mutluluk kendiliğinden gelişen bir duygu değil artık, öyle şeyler şimdi filmlerde bile olmuyor.
Belki de hareketsizliğinden olmalı, biriktikçe birikiyor acı üzerine. Peşinden de hevessizlik, hissizlik, amaçsızlık ve diğerleri…
Bunca acıya ve karmaşaya rağmen bir deniz bile görmeden, sebepsizce mutlu olabiliyorsa biri, ya ‘çocuk işte’ diyorlar ya da bir deli!