“Yalnızlık nedir biliyor musun?”

“Yalnızlık, çayını karıştırırken çıkan sesin, evin her yerine dağılmasıdır…”

Ne kitaplar okumuş, ne şiirlerden geçmiş, ne aforizmaların tadına bakmıştım da, gelip bu sözde içerlemiştim.

Bir şiirde “Ah şu yalnızlık kemik gibi, ne yana dönsen batar.” diyordu.

Yine de bu kadar acıtmıyordu.

Kırk dokuz yaşında bir adam, yarım yüzyılı geride bırakmaya hazırlanırken; yorgunluğundan, hastalığından, kandırılışlarından, kaybedişlerinden değil de, yalnızlığından şikâyet ediyordu.

“Mahalle arasında düğün yapmıyor artık kimseler. Sokağın ortasına sandalyeleri dizseler, dizilip otursalar da, izlesem keşke…”, dedi.

Eğlence çıkarmak istiyordu anlaşılan kendine.

Samimi olan diğer her şey gibi, mahalle düğünleri de azalarak bitti.

“Elimize bir avuç tuzlu çekirdek alır, balkondan izlerdik.”, dedim.

Ortak oldum hayaline. Yalnızlığına eşlik edemiyordum belki, onunla birlikte yalnız kalamıyordum. En azından hayaline eşlik etmeliydim.

Muzırca gülümsedi.

Koşarak şantörün elinden mikrofonu kapıp, şarkı söylemeye heveslenen çocuklar gibi…

Birine gülümsemek, bazen onu daha mavi bir gökyüzü ısmarlamaktı sanki…

Balat’ın işi bitmiş, içi geçmiş eski evlerinden birinde oturuyordu ve hayat ondan bihaber sürüp gidiyordu.

Kimi insan 20 yaşında ölüyor, tüm şartlar elverişli olmasına rağmen 80 yaşında gömülüyordu.

Sahi, neydi onu bu kadar yaşamaktan soğutan onu?

Uzaklaştıran, korkutan, yalnızlaştıran, kendi kabuğuna çekilmeye iten ne olabilirdi?

21.yüzyıl insanlarının temel sorunu ‘yaşayamamak’ diyordu geçenlerde bir yazar.

İnsana özgü bir sorundur da diyordu, yaşayamamak…

Gerçekten yaşıyor muyuz?

Gerçekten yaşıyor musunuz?

Bazılarımız belki biraz…

Sol kaburgamın altında bir yaram var, ne zaman biri gelip kabuğunu kaldırırsa, o zaman hissediyorum yaşadığımı.

Diğer anların hepsi, yalnızca fotoğraf çekmek için bir araya getirilen nesneler gibi…

Kimimiz kendi evimizde yalnızız, kimimiz kalabalıklar içerisinde.

Bir şekilde yalnızız işte.

Biri gelip de yaramızın kabuğunu kaldırana kadar, bihaberiz yaralandığımızdan bile.

Fanusun içerisine biriktirdiği deniz kabukları ilişti gözüme.

Yalnızlığını onlarla taçlandırıyordu belli ki…

Sahi, nereden toplamıştı bu kadar deniz kabuğunu? Hangi yaralardan sonra oluşurdu bu kabuklar?

Denizin de yarası yalnızlığıydı belki de kıyısına giden önce insana rağmen…

Kim birinin yara izlerini toplayıp, getirir koyardı ki fanusun içine?

İlk kez ürperdim uçsuz bucaksız gözüken sahili düşününce…

Sahi,  bu kadar gizli yarayı kim açmıştı denize?

Bir cevap yazın