İnsan sevdiği birini kaybettiğinde en çok kendisi için üzülür.

Sokakta gördüğü kedi yavrusunu anlatabileceği biri yoktur çünkü artık, denizin derinliklerinde gördüğü balık sürüsünü de.

Baharın gelişini müjdeleyen çiçekler için yalnız heyecan duymak zorundadır artık, yüksek gelen elektrik faturası için yalnız söylenmelidir.

Aynı evin anahtarını cebinde taşıdığı bir insanı kaybettiğinde, evini de kaybeder insan.

Belki anlamaz önce neleri kaybettiğini, ama onun sandalyede asılı hırkasını gördüğünde içindeki buzdan denize bir balyoz indirilir.

Yaşanmışlıklardan ziyade, yaşanamamış olanlar yıkar insanı, yarım kalmış olanlar.

Gidenin yarım bıraktıklarına değil de, onunla tamamlamayı hayal ettiği kendi yarım kalmışlıklarına içerlenir.

Yahu ‘içerlemek’ de nasıl güzel bir kelimedir, başka dilde bir karşılığı yok.

Üniversitede tanıştığım bir arkadaşım var, cebinde 8 liralık market fişiyle dolaşan.

Bazen yastığının altından çıkar o fiş, bazen okuduğu kitabın arasından, bazen cüzdanından.

Nerede olursa olsun, bir şekilde yanında taşır o fişi, artık yazıları bile silinmiş olsa da.

Duvarlarını yıktığı bir akşam anlatmıştı fişin hikâyesini, kardeşini kaybettiği günün sabahında, birlikte aldıkları son şeyin fişiymiş.

İnsan bazen olmadık şeylere, olmadık anlamlar yükleyebiliyor.

Otuz yaşında bir adam, otuz kez ölüyor o fişten her medet umuşunda.

Ama yine de insan en çok kendisi için üzülüyor, sevdiği birini kaybettiğinde.

Sabah uyanma mutluluğunu kaybetmiş olmaya üzülüyor, seslendiğine sesine karşılık verecek bir sesin olmayışına üzülüyor.

Bazen onun ayakkabılarını bir daha kapısının önünde göremeyecek olmaya da üzülüyor…

Aynı yağmurda, aynı şemsiyenin altına sığınamayacak olmaya da…

Hatta cep telefonunun rehberinden adını silmek zorunda kalışına da…

Üstelik insanın sevdiği birini kaybetmesi için illa ölmesi de gerekmiyor, bazen farklı hayatlar yaşıyor olmak da ölüm gibi kaybettiriyor.

Biri diğerine ‘beni bir daha arama’ diyor mesela, artık onun için ölü olmanın altına imzasını atıyor.

Geçmez denilen her acı geçiyor zamanla, unutulmaz zannedilen her şey unutuluyor.

Ama o sevilen kişiyle birlikte kaybedilen hevesin bir daha yeri dolmuyor.

Hırçınlık, öfke, belki bazen de nefret büyüyor içinde; kaybedilen kişiye karşı değil, hayata karşı.

Belki de bu yüzden insan gelişimini ne kadar tamamlıyor olursa olsun, kurtulamıyor eksiklik hissinden.

Düştüğü yeri yakıyor, tuttuğu dalı kırıyor, arkasında bir yığın enkaz bırakıyor.

Bir kez daha bakın şimdi hayatınıza dokunduğu an kırıklara sebep olanlara, merhem olacağı düşünülürken yara açanlara…

Pimi çekilmiş bir bomba değilse onlar, acı çekmiş bir insanlardır mutlaka…

 

Bir cevap yazın