Hepimizin hayatında bir şeyler eksik ve eksilmeye devam ediyor hala. Bazılarımızın yüzünde gülümsemesi eksik, bazılarımızın cebinde bir ekmek parası… Kiminin bir kat yeni giysisi eksik, kiminin pırlantası… Sevdiği eksik olanlar da var. Günden güne sevdiklerini kaybedenler de…

2016’da fazlasıyla eksildiğimiz yetmezmiş gibi, 2017’ye de eksilerek devam ediyoruz. Hani kendi halimde, etliye sütlüye karışmadan yaşayayım diyorsun, buna rağmen ölüm bir şekilde gelip buluyor seni. Belki bir gün beni de…

“Yeni yıldan beklentim hayatta kalabilmek”, demişti yılbaşında bir arkadaşım. Aslında gülüp geçtiler buna, birilerini eğlendirmek gibi bir niyeti olmasa da. Gerçek bir dilekti bu, günümüz Türkiye’sinde başka ne tür bir isteği olabilir ki insanın?

Güzel hayaller kuruyoruz, her şeye rağmen çalışıyor, çabalıyor, iyi şeyler olsun istiyoruz. Bazılarımız hala geleceğimizi güzelleştirmek adına yatırımlar yapıyoruz. Sonra bir gün, hiç de hazır değilken ölmeye, yeni başladığımız kitabın kırk dokuzuncu sayfasında bırakmışken ayracımızı, yitip gidiyoruz. Bazen bir otobüste, bazen bir garda, bazen bir meydanda, bazen bir eğlence mekânında…

“Alışmayın!”, dedik günlerce birbirimize, ölümlere de, şehitlere de alışmayın. Ama alıştık. Belki de zorla alıştırıldık. Ama olsun duble yollarımız var artık, şehit cenazeleri memleketlerine daha kolay ulaştırılabiliyor.(!) Elli dokuz metre genişliğe sahip dillere destan bir köprümüz de var artık, vatandaş üzerinden geçerken unutacaktır evlat acısını. (!)

Gökdelenler, kuleler, köprüler, yollar, hatta kapılar… İhtişamlı yapılar yapıyor ve muhtemelen insanlığı onların arasında kaybediyoruz. “Bizim kalbimiz temiz” tesellisiyle yarışır birkaç yıla, “bizim yollarımız geniş” safsatası. Bir bomba daha patlayacak, belki o patlamada sen de öleceksin ya da sevdiklerin. On sekizine değmeyen oğlun ölecek belki, telli duvaklı kızın ölecek. Düşünsene, o gün de “Vatan sağ olsun!”, diyebilecek misin?

Sanki bizim mor sümbüllü bağımız var, hiç derdimiz yok şu hayatta, takacak bir şey bulamayınca satranca kadar takmaya başladık. Bir piyon değilsen eğer, satranç seni neden rahatsız etsin ki? Gerçi biliyoruz hepimiz asıl meseleyi, düşünen insanlardan korkulur. Çünkü düşünen insan, en küçük anlamda var olan insandır. Evrende neden var olduğunu bilen, ona hükmetmek yerine onunla yaşamak isteyen insandır. Çünkü düşünen insan ne hakkını ne halkını ezdirmeyecek olan insandır.

Düşünmüyoruz, görmezden geliyoruz, hafife alıyoruz… Adına yaşamak diyoruz da, uzunca bir süredir yaşamıyoruz bizler aslında, sadece hayatta var oluyoruz. Yaşamak ve var olmak, bunlar Oslo ve Kabil kadar farklı birbirinden. Dünyayı değiştirmek istiyoruz, evet hepimiz istiyoruz bunu. Bunca cinayet, bunca katliam, bunca kargaşanın arasında değiştirebildiğimiz tek şey televizyonun kanalı oluyor. Zaten medyayı kim yönetiyorsa, zihinleri de o yönetiyor. Alkışlanan her şeye inanıyoruz ve yaşadığımızı zannederek ölüyoruz.

Eğer 1950’de Ankara’da bir belediye çukuruna düşerek ölmemiş olsaydı Orhan Veli, bugün yeniden yazardı ‘Bedava’ şiirini:

“Bedava ölüyoruz, bedava;

Bomba bedava, kurşun bedava;

Ecel bedava;

Öfke de nefret de bedava;

Otomobillerin dışı,

Sinemaların kapısı,

Camekânlar bedava;

Köprü geçişleri bedava değil ama

Esirlik bedava;

Bedava ölüyoruz, bedava.”

 

Bir cevap yazın