“Eşyayı dahi incitme…”

Böyle yazıyordu öğretilerle bezeli kitabın girişinde.

Eşyanın bile canının olduğunu düşünen bir medeniyetin insanlarıyız bizler neticede.

Bir yanda su içtiği bardağı öperek minnetini gösterenler…

Bir yanda ormana girerken, ağaçları korkutmamak için baltasının sapını bezle gizleyenler…

Bir yanda ‘ışığı söndür’ demeye dili varmayıp, ‘ışığa üfle’ diyenler…

Diğer bir yanda ise birbirinin yarasını kanatmak için durmadan diş bileyenler…

Ne büyük acı!

Eşyaya, doğaya, hayata bu kadar kıymet verirken; kendinden olana bu kadar düşman kesilmesi insanın…

Bilmediğim bir şehrin, hiç bilmediğim bir köşesinde yalnız kalmış gibiyim.

Ruhum bile terk etmiş beni, Slovakya’nın kurtuluşuna asker yazılmış da dönmemiş sanki.

Öyle bir matem içim, öyle bir buruk…

Tüm haber kanallarında, tüm ağızlardan aynı cümleler dökülüyor ve sürekli bir yerlerde cenazeler kalkıyordu.

Üçüncü sınıf bir yazarın bohem tavrını omzuma aldım.

Başkomutanı bir kenara bıraktım, ‘baş kumanda’ya uzandım ve kararttım ekranı.

Dışarısı Temmuz, içerim Kasım’dı.

Paltomu almadım ve dolayısıyla iliklemedim düğmelerini yavaş yavaş.

Alsaydım eğer, bir yandan gezegeni kurtaracak planlar yapar gibi geçirirdim düğmeleri iliklere.

Gel gör ki; “Bir halden anlamaz cahile kul eyledi zaman bizi…”

Neyse kahırlı cümleler kurmanın sırası değildi.

Onları da zamana bırakmalıydı, diğer birçok şey gibi.

Bir şüphe kapladı içimi: Ya zaman da bize bırakıyorsa?

Apartman odalarında büyüyen çocuklar gibi, dünyadan bihaber olmayı diledim.

Az gelişmiş bir cümleyle telkinde bulundum kendime:

“Aman be! Düşünme bugün de, boş ver! Sen mi kurtaracaksın ülkeyi?”

Siz de tanıyorsunuz bu ruh halini değil mi?

Kalbin ikiye bölünüyor sanki.

Bir yanın gidişatın önüne set çekmek istiyor, bir yanının parmağını kıpırdatası gelmiyor.

Hani sanki üzerine bir kuş tüyü düşse, devriliverecekmiş gibi bitkin hissediyor kendini.

Belki de tüm bu kargaşaya karşı kayıtsız kalışlar bundan.

Burası dünya işte, burada her şey böyle yarım kalır.

Dünyayı değiştirmek için yola çıkanlar bile, dik bir yokuşa kadar dayanır.

Hedefi sadece kendi mutluluğu olan insan, tüm coğrafyalarda kötüdür.

Tüm makamlar da buna dâhil…

Hiçbir zaman çocukla çocuk olmamış kadar kötü.

O da anlayacak tabi, anlayacak da şu an meşgul, korna çalıyor.

Tüm sesler kesilip, sular durulduğunda anlayacak insan; insanı incitmemesi gerektiğini.

En az eşyaya kıymet verdiği kadar, insanlığa kıymet vermeyi…

Belki o vakit ‘insan sarrafı’ olurum ben de, sevgili okur.

Bakarsın yanıma seni de aldırırım.

‘Ohal’de görüşmek üzere…

Bir cevap yazın