Kırk yedi yıl önce bastım bu dünyanın toprağına…

Yazıyla kırk yedi, acıyla seksen yedi.

İnsanı olgunlaştıran acılarıdır derler, ondan bu hayatı ikinci kez yaşıyormuş gibi üzerime sinen olgunluk.

İnce dişli tarakla tararken annem saçlarımı, sekiz yaşındaydım.

Onu en son, kapının eşiğinden beni okula uğurlayan haliyle hatırlarım.

Marangozdu babam.

On yedi yaşındaydım, yanında çalışırken bir makinenin dişleri arasında kaldı parmaklarım.

O gün bu gündür, sol elimle yazarım.

Yirmi bir yaşında bir trene bindirdim babamı.

Bedeni döndü, ruhu dönmedi geri.

Ben acının vagonlar arasında kalmış en ‘baba’ halini de gördüm yani.

Hani beni öldürmeyen her acı güçlendirirdi?

Bu duyduğum en büyük yalan!

Acı insanı güçlendirmiyor, yosun tutmuş bir kaya gibi, öylece sabit bırakıyor.

Günler, aylar, yıllar geçiyor, ama o kaya orada sabit kalıyor.

Yani aslında acıyla yoğurulurken insan, zaman akmıyor, sadece içinden geçiyor.

Peki, ne yapmalı?

Bir acı kapını çaldı diye, diğerlerini de kendisine çekmesine izin mi vermeli?

Sağlam bir halatla iyice dibine doğru çekmeli mi onu?

Hayat insana öyle ya da böyle nasıl olması gerektiğini öğretiyor.

Ne yapması gerektiğini de…

Ben hayatı uzaktan gördüm.

Levent tipli bir adam misali; yüzü solgun, rengi sarı…

Hem acının çığlıklarına duyarsız kalabilecek kadar cani hem bir çocuğun başını okşarcasına merhametli.

Yani iki yüzü var hayatın da, tıpkı insanlar gibi.

Sen hangisini çağırırsan, o yüzünü gösteriyor.

Hayatı yaşanmaz hale getiren, biraz da insanın kendisi oluyor.

Bir dağın azameti, eteğinden bakmakla anlaşılmaz.

Onu kavrayabilmek için uzaktan bakmak gerekiyor.

Acının da eşiğinden çıkıp, uzaktan bakmayı denediğinde, anlıyorsun vahametini.

Bazen torunlarına bile yetebilecek kadar içine batıyorsun.

Ama yaşıyorsun da işte bir taraftan.

Yaşaman gerekiyor.

Uyuyor, uyanıyor, acıkıyor, yemek yiyor, gülüyorsun.

Eğleniyorsun, hiçbir zaman acıya göğüs germemişçesine.

Seviyorsun, göğsünün içerisine tüm insanlığı sığdırabilirmişçesine.

Acı nefesini hissettirse de ensende, yaşamaktan başka çaren yok.

Madem bir şekilde hayatta kalarak bitirmek zorundasın bu hayatı, iyisi mi tadını çıkarmaya çalışmalı.

İçinde bir tutam acının bulunmadığı hayat, eksik bir hayat.

Yine de her şeye rağmen rüzgârı arkaya almalı ve küçük bir çocuk gibi bağırmalı: Acımadı ki…

Bir cevap yazın