“En sevilen tişört bile, gün gelir toz bezine dönüşür…”

Unutulmamak değil de, daha çok hatırlanmak ister insan.

Unutmamak ve hatırlamak aynı kapıya çıkar gibi gözükse de, birbirinden farklı yollardan geçer aslında.

Birçoğumuz yaşam telaşesi içerisinde koşuştururken, içerisinde bulunduğumuz zamanın dışında kalan şeyleri unutuyoruz.

Hani bir zamanlar hayatımızın merkezine oturttuğumuz şey var ya; bir insan, bir olay, bir ideal ya da her neyse…

Onu bile aklımıza getirme zahmetinde bulunmuyoruz.

Hatırladığımız, hatırlama gayreti gösterdiğimiz şeyler o kadar azaldı ki…

Nasıl ki en sevilen tişörtün bile kaderi, bir gün toz bezi olmaksa, en yoğun duyguların kaderi de bir gün unutulmak oluyor.

Günler geçiyor, aylar geçiyor, yıllar birbirini kovalıyor, derken adları geçtiğinde hatırlanıyor, akılda kalan son resimleri…

Bu resmi unutmak mı?

İşte atomu parçalamaktan daha zordur.

Albert Einstein’in de bu sözü ne kadar klişe olmaya başladı değil mi?

“Ön yargıyı parçalamak, atomu parçalamaktan daha zordur.”

Klişe hale gelmiş de olsa, bu durumu tam anlamıyla ifade edebilmek adına biçilmiş kaftan değil de, nedir?

İsviçreli bilim adamları çalışıyor tabi.

Yapılan araştırmalara göre tanıştığımız insanlar hakkında ilk otuz saniye içerisinde öngörü edinebiliyoruz.

Hatta ilk sekiz saniye içerisinde zihnimizin doğru mesajı verdiğini savunanlar bile var.

İlk otuz saniye içerisinde yaşananlar iletişim kurulan kişiye dair kalıcı fikirlerin oluşmasına neden oluyor.

Biraz daha fazla zaman geçirildiğinde ise zihinde renkler belirgin hale geliyor.

Artık onun düşüncelerini anlayabiliyor, tahminler yürütebiliyor, samimiyetini hissedebiliyor ve not vermeye başlıyoruz.

Kanaat notu bir nevi…

Karakter nasıl olursa olsun, onun karşı tarafa yansıması yüksek bir nota dönüşmüyorsa, itibar da umut vaat etmiyor demektir.

21.yüzyıldayız ve Çinlilerin dediği gibi, garip zamanlarda yaşıyoruz.

Yaşadığımız bu süreçte itibar sadece insanlar için değil, markalar için de önem taşıyor.

İnsanların zihninde güzel bir resim bırakmak isteyen markalar için ‘kurumsal itibar yönetimi’ üzerine titrenen bir değer.

Artık bir ürün ya da hizmeti sattıran markası değil, itibarı…

Durum böyle olunca ‘algı yaratma’ ilk amaçlardan biri haline geliyor.

Çünkü 21.yüzyılın insanları manevi olarak aydınlandı.

Güven, adalet, dürüstlük, merhamet gibi değerler geç de olsa hak ettiği değeri kazanmaya başladı.

Bu değerleri önemseyerek kendi hayatını şekillendiren bir hedef kitle söz konusu olunca, markaların da ‘onlardan biri gibi’ olduğunu göstermek için çabalaması gerekiyor.

Tabi ‘ben adilim’ demekle ya da ‘bana güvenebilirsiniz’ demekle işler çözülmüyor.

Kanaat notu alabilmek liseliler gibi ‘hocam bir not yükseltirseniz teşekkür alıyorum’ demeye benzemez.

Hedef kitle gözünde notunu yükseltemeyen marka, elbette o bahsi geçen tişörtle aynı kaderi paylaşacaktır.

Doğru algıyı yaratmak ve itibar yönetimi sağlamak beceri gerektirir, bu nedenle ‘bir bilene danışmak’ eski bir yöntem olsa da, işe yarar.

Bu dünyada herkes hikâyesiyle var olur.

İnsanlar da öyle, markalar da…

Eğer iyi bir hikâyeniz varsa, sadece hafızalara değil, yüreklere de kazınırsınız…

Bir cevap yazın